14 Haziran 2016 Salı

Kadın Aşktır

Üstüm başım su içinde uyanmıştım.elimle sağ tarafımı yokladım o oradaydı uyuduğu yerde bir kaç dakika uzun uzun baktıktan sonra sigara paketini ışığı yakmadan gene elimle yoklayarak sehpanın üzerinden çakmakla alıp parmak uçlarında usulca balkona doğru . o kısacık iki adım ne kadar da uzamıştı öyle neler gelmişti o arada zihnime ne kasvetli bir soğuktu bu kabus duşundan sonra tenime değen. balkon daydım evet sonunda varabilmiştim tek tük geçen arabalara sokaktaki it kedi naralarına tenimi yalayarak beni üşüten serin bir hava ile tanışı vermiştim oracıkta ne kadar fakir olduğumu anladım sonra evimin balkonunun altında yatan ayyaşı görünce ne kadar zengindi .
ben aydınlanmak önümü görmek için bir lambaya ihtiyaç duyarken onun kocaman bir gökyüzü vardı. gece savaş açtı orada bana hemen ben her bir darbede bir eksik parçamı düşerken yere görüyordum.
evet evet gördüm o düşen ney sen misin hüsran bende ne çok büyümüş kökleşmişsin sen 

10 Haziran 2016 Cuma

İLK AŞK

İnsan hayatında ilklerin yerini hiçbir şey tutmuyor. Hep bir farklı hatırlanıyor ve özel bir anlam yükleniyor. Okula başladığımız ilk gün nasıl da heyecanla ilk defa korunaklı evimizden çıkıp okul bahçesinde sıra sıra dizilmiştik. Hangimiz hatırlamaz. İlk defa o sıraya oturup etrafımıza bakarken neler geçmişti acaba kafamızın içinden. Ya ilk sınava girişimiz, ilk işe başladığımız gün, ilk işimiz. O kadar çok ilk yaşanır ki yaşamız boyunca saymakla bitmez.

Hele o ilk yürek çırpınışları, ilk heyecanlar, o konuşmaktan bile utanıp yüzün kızarması, gördüğün anda nereye saklanacağını bilmeden bir yerlere saklanma telaşı. Kim unutabilir ki ilk defa karnında uçuşan kelebekleri, yere göre sığmayan yüreğindeki esen deli rüzgârları. 

Yani ilk aşk. İlk aşkın yeri hep ayrı olur. Ağzının içinde eriyen akide şekeri gibi geçip gitmiştir ama tadı damağında hep aynı kalmıştır yıllar içinde.

İlk gençliğin ya da on dört yaşın sevda ile ilk uyanışı o masum günahsız ilk aşkın kıvılcımları nasıl da saklanıp kalmıştır yıllar boyunca içinizde bir yerlerde. Birden anımsayıverirsiniz hiçbir sebep yokken, içiniz sızlar, yüzünüzde bir gülümseme. Ama hatırladığınız kimsenin yüzünün şekli bile belki belirsizdir anılarınız içinde. Belki şimdi görseniz bile tanımakta zorlanırsınız. Anımsadığınız içinizde saklı tuttuğunuz o sımsıcak duygulardır, farklı heyecanlardır. 

Bazılarınızın ilkokul sıralarında yanında oturduğu çocuk, ya da ilkokul öğretmeniniz. Her gün gördüğünüz bakkalın çırağı, okul yolunda birden karşınıza çıkan bir yabancı, otobüsteki genç, herkes olabilir. Yüreğiniz size mi soracak kime takılıp kalacağını. 

Belki mahalledeki o güzel gözlü çocuk. Gizli gizli bakışmalar, gördüğünüz anda yüreğinizden havalanan kuşlar. Hangi köşeyi dönseniz birden karşınıza çıkacakmış gibi her yerde onunla karşılaşmalarınız, sonra elinize tutuşturulan bir not. İçinde iki kelime, o sımsıcak elinizi dağlayan, masum, size gülümseyen, içinizi ısıtan o iki kelime. O nasıl bir mutluluktur ki hala düşündükçe içinizi ısıtmaya devam eder.

Ne masum yıllardı onlar, onsuz bir dünya düşünemediğiniz insanın elinin bir teması bile ayaklarınızın yerden kesilmesine sebep olabilirdi. Saçının bir telinin sahibi olmak, mendilin içinde o saç telini tekrar tekrar görmek nasıl bir sevinçti. Verilen bir çiçeğin kurutulmuş hali defter sayfalarının içinde yıllarca size gülümsemiştir mutlaka. Ya ilk şiir denemeleri, çocukça, saf. 

Yağmurda bir şemsiye altında, utangaç bir gülümseme dudaklarının kıvrımlarında öylece konuşmadan okul yolunda birlikte yürümek, oyunlarda bile kollandığını korunduğunu bilmek nasıl bir güvence verirdi ki hayat size hep tozpembe görünürdü. 

Kim yaşamamıştır ilk aşkın deneyimini? Bence herkes bir şekilde ucundan veya kıyısından ya da en yakıcısından yaşamıştır. Yıllar sonra izi kalan şey o yaşanan duygulardır. 

Sonra; sonrası yok, büyüdük biz, ayrı çevrelerimiz oldu, ayrı hayatlarımız oldu. Hatta acılarımız dertlerimiz. Ancak çocukluğumuzun ve ilk gençliğimizin o büyülü sıcak duygulu dünyası çok gerilerde kalmasına rağmen yine de zaman zaman ufacık bir gülümseme ile bile olsa hatırlanıyor. Bir şarkı, bir anı, bir bakış veya bir koku yetiyor anımsamaya.

8 Haziran 2016 Çarşamba

AŞK CENİNİ

Ana rahmine düşmüş cenin gibiydi seninle aşkımız. İlk iki ay farkındasızlık. Üçüncü ay birlikte gebe kaldığımız bu aşka sevinsek mi aldırsak mı kararsızlığı. Ne ilginçtir tam da dokuz ay on gün sürmüştü. Tam dokuz ay on gün önce tanışmıştık seninle, virane bir bar köşesinde. Ulan barda tanıdığın kadından hayır mı gelir dedim kendime. Sanki barda tanıştığın adamdan hayır gelir gibi. Belli ki o gün ikimizde dertliydik. Efkarımızı dağıtmaya gelmiştik. Kim bilir, bana anlatmadın ama, gözlerinden okunuyordu isteksiz bir aşka gebe kaldığın, ve istemsizce düşük yaptığın ya da aldırdığın. Belki de buydu bizi birbirimize çeken. İkimizde bir aşk yaratmayı beceremediğimizden bulmuştuk birbirimizi. Hoş ben hiç aşk aldırmadım, aşk ta düşürmedim. Hayatıma girenlerin çoğu aşkı yanlış anladı, ya taşıyamadılar, ya da bu aşkın babası, anası bir başkası deyip çekip gittiler. Bir türlü nur topu gibi bir aşkım oldu diyememiştim. Ama sen farklıydın, seninle birlikte gebe kaldık bu aşka, birlikte çektik sancılarını. Tam tamına dokuz ay on gün oldu bugün. Ve sen de diğerlerinden farklı çıkmadın. Gittin... Aşkımız ölü doğum yapmıştı. Bir cenin bile ana rahmine düştüğünde tam da senin bende kaldığın kadar kalır. O bile anasının rahmini belli bir süre sonra terk ettiğine göre, sen mi bende kalacaktın yıllarca. Rastlar mıyım bir gün bilinmez, gelip de bir ömür kalana. Rastlarsam eğer, değil dokuz ay on gün, razıyım onunla bir ömür boyu, gerçek aşka gebe kalmaya...

BİTEMEYEN BİR AŞKIN ARDINDAN

Bitti demenden sonra mı başladı herşey? Seninleyken, sende iken tamda sen olmuşken mi ? Gönlümde alev alev yanmış, benliğimi benden almışken mi? Yok olmuş iken… Bukadar alışmışken… Tamda arınmışken seni herkese benzetmekten, kimseye benzetememeğe başlamışken mi? Derdinle, kederinle barışmışken; mutluluğu varlığına değişmişken mi? Mecnunlara karışmışken, Şirin deyip sarılmışken, Zührem deyip diz çökmüşken, masal olup dil dökmüşken mi? Ne zaman bitti?
Aşk hiç biter mi? Aşk hiç biter mi? Diye dolanıverdi yine o şarkı dilime. Biten ne idi peki? Kaybolan benliğim mi yoksa tamamen senliğim mi? Belkide sadece varlığındı biten. Belkisi yok kesinlikle varlığını esirgedin benden. Gözlerini, gülüşündeki gamzeni, küçücük ellerini, seni sen yapan somut herşeyi esirgedin. Ve küçük dünyamdaki herşey okadar sendiki…
Ve küçük dünyamda herşey o kadar sendi. Ankara'da hep aynı mekanda içtiğim limonlu çay, Eminönü'nde yediğim balık-ekmek, kahve yanında gelen çikolata kaplı kahve çekirdeği, herhangi bir şehrin herhangi bir ara sokağındaki restorantta sipariş edilen yemekte çıkan saç teli bile… 
Sen olmuşken, yok olmuşken, bu kadar alışmışken ve küçük dünyamda herşey okadar sen iken. Bitti mi?

7 Haziran 2016 Salı

AŞK ROBOTLAŞTIRIR..

      Aşk köpekleştirir diye bir yazı okumuştum yıllar önce.

 Tüm gece o cümlenin ne anlama geldiğini düşünüp durmuştum. Tan vakti ağarırken çil horozun sesiyle irkildim ve o an buldum cevabını. Çil horoz her tan vaktinde sanki programlanmış gibi ötüyordu, öyle koşullanmıştı çünkü... Evet, aşk köpekleştirir çünkü aşkın şarabını içenler aşk yasasını yol haritası gibi görür ona göre hareket etmek zorunluluğu duyarlar... Body kızım kap şunu, Body kızım koş, aferin kızım, getir kızım... Deriz ya köpeğimize işte aşk da bize aynı yasayı uyguluyor aslında oğlum şu hediyeyi al, kızım şu elbiseyi giy, oğlum şiire şu gül yakışır... Der durur bize...  Biz de ona koşulanmış gibi robot gibi aşkın bizden istediğini yerine getiririz. Kim bilir kaç kurban vermişizdir. Vampir gibi kanımızı içtikçe daha da susuyor aşk. Biz programlanmış insan türü canımızın yanmasından ders çıkarmadan her dert, her acı mubahtır bu yolda düşüncesiyle her defasında aynı yolu bir daha yürüyoruz...

       Derindir hicran yarası, Başka acılara benzemez. Yara bantlarıyla pıhtılaşmaz mesela. Çünkü ruhta oluşur ve ruhun mutluluğa kangren olur. Silinir tüm yağmur damlalı gülüşlerin. Hicran yarasını narkozla uyuşturamasın. Rakı sürersin yaralarına çoğu geceler. Rakı ve karanlık kabuk bağlar yarana sanırsın çoğu zaman ama güneş ufuktan doğdu mu oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi yeniden açılır gözlerinin vanaları. Dinginleşmez hırçın acıların...

      Günler, aylar, yıllar geçer, şakaklar kar toplar, yüzün neştere tutulmuş gibi derin çizgilere bürünür ama gözlerin hiç yaşlanmaz sevdan taze bir gül gibi dalında kokmaya devam eder. Ve yüreğin hala aynı acı nefeslerle solar tüm karbondioksitleri. Gramejinden eksilmez hicran yaran. Dipsiz kör kuyu, zifiri karanlık ve hala ürkütücü gözlerle besler firağı...

6 Haziran 2016 Pazartesi

SEVDANA TALİBİM

Her kes bir şeyler söylemiş, ben eksik kalayım dedim demesine de dilim durmadı. Aşka inanan bir insan değilim, aşksız da yaşayamam, insan inanmadığını ne kadar yaşaya bilirse o kadar işte. 

Her insanın hayatına girmiştir, vakitli vakitsiz aşk, kimini sırılsıklam ıslatmış kimini yemeden içmeden kesmiş, kurutup gitmiştir; çok güzel yaşanmışlıklar, hiç yaşanmamış çok güzel hayallerle birlikte.

Tarifi öyle bir bardak pirinç, 200 gram tavuk göğsü, kaşık ölçüleriyle salçası, tuzu, biberi olmuyor. Bazen de her şey oluyor. Yine de sorarsanız bence nedir aşk: Yanakta bir gamze, bazen bir gülüş, bazen de sevdiğin kızın siyah saçları... Öyle durduğu yerde durmaz, olduğu gibi de kalmaz. İki yanakta iki gamze gördü mü değişiverir. Yeni bir gülüş, yeni bir aşk, daha siyah saçlar daha kara aşklar oluverir. Kimse kendi aşkının üzerine alınmasın, soranlara bence dedim

21 Mayıs 2016 Cumartesi

DOSTLUK

Çocukluğundan tut da büyüdüğünde bile verici ve iyi niyetli olursan herkes üstüne gelir...ama bir tek dostun gelmez... Bir tek o bilir acini, sevincini, hüznünü, mutluluğunu... Herkes seni sevdiğini söyler aslında yalandır... Sadece çıkarlar ve menfaatler için sevdiğini söyler... Derdine çare olmaz, hic bir zaman neyin var demez sadece sormak için sorar.... Gozyaslarin yüreğini parcalarken Onlar sadece Sende görmek istediklerini görür... Sevgini, saygini, iyi niyetini...hoyratça kullanırlar buda yetmezmiş gibi arkasından kendi suclarini kapamak, yerine getiremedikleri sorumluluklarini ortmek için Seni suçlarlar acimasizca... Ama Sen yine susarsin... Onlar Sen sustukca sevginden saygindan... sustugunu düşünmezler... Ve bir gün gelir patlarsin haykirirsin yeter dersin... Ama gene sen suçlu olursun... Bu sefer daha acimasiz gelirler üstüne... İste o gün senin değil yüreğinin konuştuğu gündür... Ve o gün Allah her zaman kinden daha çok seninledir... Aslında Onlarda kendi acilarindan haklidirlar... Çünkü senin fitratinda iyi niyet, sevgi merhamet, vicdan...varken Onların mayasinda da bencillik, fesatlık... Vardır... Herkes kendi yasadigini bilir, bir baskasinin ne yasadigini anlayabilmesi görmesi için bencillik ten uzak, empati yapma ve sag duyusunun gücününun...yüksek olması gerek....Eğer etrafında dostun ve gerçek arkadaşların var ise dünyanın en büyük ailesine ve zenginliğe sahipsiniz demektir.... Allah bu tür meziyetleri olan herkese insallah dost, gerçek arkadaş serbetinden içmeyi nasip eder de bu hayati gerçekten yaşar ve hayatin kendi eksenleri etrafında donmedigini anlayıp bencillikten uzak bir hayat yaşarlar...Yeni bir gün herkes için güzelliklere açılan kapinin anahtarıdır bilene

20 Mayıs 2016 Cuma

ALLAH''TAN KORKMAK

Allah korkusunu başka korkularla karıştırmamalıyız. Allah korkusu; kaçmayı, uzaklaşmayı, tedirgin olmayı gerektiren bir korku değildir. Allah korkusu insanı kötülüklerden uzaklaştıran, insanı yücelten Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmaya vesile olan bir korkudur.
Allah’tan korkanı Allah başka korku ile korkutmaz. Allah’tan korkmayan bir çok şeyden korkar. Allah korkusu bütün korkulardan emin olmayı sağlar. Rızkını, ecelini onun bunun elinde aratmaz.
Allah korkusu, insanın kurtuluşunu sağlar. Bir hadiste şöyle müjde vardır:
– “Sinek başı kadar bile olsa gözünden Allah korkusuyla yaş akan, yanakları ıslanan kimseyi Allah ateşe haram kılar.” (İbn-i Mace, Zühd:19)
– “Allah yanında iki damladan daha sevimli bir şey yoktur. Biri Allah yolunda akıtılan, diğeri de Allah korkusundan akan gözyaşı.” (Tirmizi, Cihad:26)
Allah korkusu, insanı tedirgin eden bir korku değildir. Allah korkusu insanı Allah’a yaklaştırır.
Allah’tan korkmayan, başkalarından çekinmez, kimseden utanmaz. İyi olmaya, fedakarlık yapmaya çalışmaz.
Cenab-ı Allah Kur’an’da:
– “Ey iman edenler! Allah’tan O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Al-i İmran:102)
– “Yalnızca benden korkun!” (Bakara:40) diye emrediyor.
Allah’tan korkmazsa bir insan düzgün yaşamaz. Güzel bir ölümle ölmeye çalışmaz. “Benim cesedimi ne yaparlarsa yapsınlar” diyenler gibi olur.
Allah’tan korkmayan dürüst olmaz. Çünkü onun için dürüst olmanın bir ölçüsü yoktur. Hak hukuk tanımaz. Zira Allah’tan bir çekincesi yoktur.
Peygamber (as): “Allah korkusu her hayrın, her iyiliğin başıdır.” Demiştir. (Ramuz el-Ehadis:277/8)
Bir hadislerinde de: “İman edenlerle arkadaş ol ve sadece Allah’tan korkan yemeğini yesin.”
Kutsi Hadiste de: “İki korkuyu cem etmem; dünyada benden korkmayanı ahirette korkuturum. Dünyada benden korkanı ahirette emniyette kılarım.” (Age:329/8) buyrulmuştur.
Hz.Ömer devlet başkanı iken biri ona:
– Allah’tan kork ya Ömer! Der.
Hz.Ömer (ra) düşer bayılır. Ayılınca sararmış yüz ve kısık sesle şöyle der:
– Ömer de kim oluyor ki Allah’tan korkmayacak?

Allah korkusu insanı yüceltir. Yusuf (as) Allah’tan korktuğu için zeliha’dan uzak durmuştu. Allah da onu kölelikten sultanlığa yükseltmiştir.
Allah’tan korkan kadın, kedisine yapılan çirkin teklifi red eder. Adam: “Bak kervanda herkes uyudu” deyince kadın: “Bak bakalım Allah da uyumuş mu? Cevabını verir.
Kadı Şüreyh’e kayın validesi hanımından memnun olup olmadığını sorar: Şüreyh: “Çok memnunum, beni hiç üzmedi. Yanlış da yapmadı. Allah razı olsun” deyince kayın valide: “Tabiki memnun olacaksın damat, ben onu Allah korkusu ile yetiştirdim” der.
İhtiyaç sahibi bir kadına yapılan yardımdan sonra tuzak kurulur. Kadın titremektedir. Adam: “Korkma kimse görmez, kimse bilmez” deyince kadın: “Ben ondan değil Allah’tan korkuyorum” der. Adam: “Sen yoklukta korkarken ben Allah’ın her türlü nimetine karşılık neden korkmam!” diyerek kadından özür diler.
Bakın gerçek Allah korkusu insanı ne hale getiriyor? Nasıl faydalı ve nasıl zararsız hale getiriyor?
     
a) Allah’tan Nasıl Korkulmalıdır?
      Kur’an’da: “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkulması gerekiyorsa öyle korkun.” (Al-i İmran:102) diye emredilir. Peygamber (as): “Miraca çıkarken Cebrail Allah korkusundan eski kilim gibi titriyordu” demiştir.
Bir ayette: “Gücünüzün yettiği kadar Allah’tan korkun, öğütlerini dinleyin, emirlerine itaat edin, nefisleriniz için hayır işleyin.” (Teğabun:16) buyrularak Allah’tan nasıl korkulması gerektiği bildirilmiştir.
Allah’tan sırf cennet ümidiyle korkulmaz. Sırf cennet için ibadet edilmez.
Allah korkusu insanı kötü arzusu ve isteklerden alıkoymalıdır. İnsanı zararlı halden kurtarıp faydalı hale getirmelidir. Kur’an’da şöyle ifade edilir:
– “Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız, O size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir. Suçlarınızı bağışlar. Çünkü; Allah, büyük lütuf sahibidir.” (Enfal:29)
Bir ayette de: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin.” Diye emredilmiştir. (Ahzab:70)
Allah’tan korkmayan kendi çıkarından, kendi menfaatinden başka bir şey düşünmez. Sadece kendi hayatını yaşar. Onun için başkalarının çıkarı enayilik olur. Bir insan Allah’tan korkmuyorsa korkulacak hale gelir.
Müslüman, korku ile ümit arasında olacaktır. Allah’ın affına, rahmetine güvenmekle beraber azabından da korkacaktır. Allah’ın rahmetinden de asla ümit kesmeyecektir. Zira Kur’an: “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin” diyor. (Zümer:53)
Tamamen Allah’ın affına güvenerek günah işlemek, ardından da Allah’ın affından ümit kesmek şeytanın oyunudur. Bu tuzağa düşülmemelidir.

b) Allah’tan Korkmanın Alâmeti Nedir?
      Kur’an’da:
– “Mü’minler; ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir.” (Enfal:2)
Mü’minun Sûresinin 60-61 ayetleri nazıl olunca Hz.Aişe (ra) Peygambere sordu:
– “Ayette bahsedilenler büyük günah işleyenler midir?”
Peygamber (as):
– “Hayır. Ayette anlatılmak istenen, ibadet ettiği halde ibadetlerinin kabul olup olmama endişesiyle korkanlardır.” Buyurmuştur. (Tirmizi, Tefsir:23)
Kur’an’da şöyle bir müjde daha var:
– “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.” (Rahman:46)
Bir ayette de:
– “”Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın…” (Haşr:18)
Allah’tan korkmak demek, korku ile ümit arasında olmak; amellerim kabul olur mu olmaz mı? Allah beni affeder mi etmez mi? Diyerek ahiret hazırlığını sıkı yapmaktır.
Allah’tan korkan, günahtan, haramdan elini eteğini çeker. Allah’ı unutmaktan korkar. Şirke düşmekten korkar. İmansız gitmekten korkar. Amellerinin boşa gitmesinden korkar. Kıyametin dehşetinden, cehennemin azabından korkar.
Allah’tan korkanın dili yalan söylemez, kalbi Allah sevgisinden başka sevgi taşımaz. Gözü harama bakmaz. Midesi haram yemez. Eli harama uzanmaz. Ayağı harama adım atmaz. Allah’tan korkan, Allah rızası için iş yapar ve Allah rızası doğrultusunda yaşar.
Hz.Ömer (ra) bir yolculukta koyun güden bir gence rastlar. Ona sorar, o da cevap verir:
– Bu koyunlar senin mi?
– Hayır, efendimin.
– Bana bir koyun satar mısın?
– Koyunlar efendimin.
– O ne bilecek, nereden görecek, kurt kaptı dersin.
– Hiç olur mu efendim. O görmüyorsa Allah damı görmüyor.”  Cevabını verir. Çölde Allah korkusu ile yaşayan genç Hz.Ömer’in çok hoşuna gider.
Hz.Ömer halife iken sokaklarda gezerken evin birinden bir ses işitir. Kadın kızına:
– “Kızım, süte biraz su kat” der ve kız şu cevabı verir:
– “Anneciğim Halife Ömer “süte su katmayın” demedi mi?
Annesi:
– Halife Ömer nereden bilip nasıl görecek deyince kız:
– Ömer görmüyorsa Allah da mı görmüyor? Diyerek itiraz eder.
Diğer bir olay da Halife Ömer valilerden fakirlerin listesini istemişti. Başta hakim Sad b. Amir’in adını gördü ve listeyi getirene sordu. Onlar da:
– “Hakimimiz fakirdir. En küçük bir hediye bile kabul etmez.” Dediler.
Halife Ömer, hakimin kusurlarının olup olmadığını sorar ve şu cevabı alır:
– “Dört kusuru vardır: Birincisi vazifeye sabah namazından hemen sonra değil, kuşluk vakti gelir. İkincisi, geceleri aramızda görünmez. Üçüncüsü: Haftada bir gün evine kapanıp kimseyi içeriye almaz. Dördüncüsü ise: Hubeybi müşrikler şehit ettiklerini hatırlayınca çok rahatsız olur.”
Bunun üzerine Halife hakimi çağırarak kusurların sebebini sorar. O da şu cevabı verir:
– Vazifeme, geç gitmemin sebebi ailem hasta, evin bütün işlerini ben görüyorum. Gündüzleri halkın arasına katılamıyorum çünkü gündüzleri halk için geceleri de Hak için çalışıyorum ve gündüz verdiğim kararları gece muhasebe yaparım. Başka giyecek elbisem olmadığından haftada bir gün eve çekilip onu temizlerim. Hubeyb’in şehadetini gördüm, Müslüman olmadığım için engel olmadım diye üzülürüm.
Bu izahtan sonra halife hayatının sonuna kadar Sa’d bin Amir’i hatırlayınca şöyle demiştir:
– Ah şu Sa’d Ah.Allah korkusu, din duygusu seni öyle yükseltmişti ki, seni millete faydalı bir uzuv yapmış. Senin gibi hakimlerle değil Arabistan’ı bütün dünyayı zabıtasız idare ederim.”
Halkı Eşiya (as)a şöyle şikayette bulunurlar:
– Allah’ı zikrediyoruz fakat gönlümüz aydınlanmıyor. Oruç tutuyor, namaz kılıyoruz, nefsimiz temizlenmiyor. Dua ediyoruz duamız kabul olmuyor.” Derler. Bunun üzerine Allah şöyle vahyeder:
– Ey Eşiya, onlara de ki. Onların zikirlerini nasıl kabul edeyim? Beni gerçekten anmıyorlar, benden korkmuyorlar. Oruçlarını nasıl kabul edeyim? Haram yiyorlar ve yalan söylüyorlar. Namazlarını nasıl kabul edeydim? Benden başkasına sevgi duyuyorlar. Sadakalarını nasıl kabul edeyim? Başkalarının malından veriyorlar. Dualarını nasıl kabul edeyim? Sözleri ile işleri başka başka” buyurur.
Kısacası; “Allah’tan korkuyorum” demekle Allah’tan kormuş olunmaz. Allah korkusu insanı olumlu veya olumsuz harekete geçirebiliyorsa, işte Allah korkusu budur.
Allah için bir şeyi yapıyor musun? Veya  Allah için bir şeyi terk edebiliyor musun? İşte o zaman Allah’tan korkuyorsun demektir.
Allah’a hesabı mı nasıl veririm? Endişesi taşıyor musun işte o zaman Allah’tan korkuyorsun demektir.

HAZRETİ MEVLANA'DA İLAHİ AŞK

Allah’a hamdolsun yüce Mevla bir kitabımı daha yayınlamama imkân verdi! Bu hususta ne kadar şükretsem azdır. Kitaplar, bir yazarın çocukları gibidir! Her bir kitabın çıkması, yeni bir evlada kavuşma sevinci verir. Sözü fazla uzatmadan; “ilahi aşk” ile ilgili birkaç söz etmeme izin verin;
“İLAHİ AŞK” aslında kulun; Allah’a olan sevgisidir. Bu, Mesnevi’de Ney mecazında neyin, nasıl ve niçin inlediğinin hayretler içinde anlatılmasıdır. Gerçek kul, Allah’tan ayrılığın özlemini çekmekte, O’na karşı görevlerini yerine getirebilmek için bütün olumsuzluklara karşı çığlık atmakta, inlemektedir. Bu, ruhlar yaratıldığı zaman Allah’a verilen bir misakın sonucudur. Hz. Adem’den başlayan ve dünya durdukça devam edecek olan bu inilti, en mükemmel şeklini, peygamberler, veliler ve Allah dostlarında bulmuştur.
İlahi aşk’ı; “Âşıkın, Maşuka yani Allah’a, yaratana karşı aşırı sevgisi şeklinde ele almak doğrudur. Bir çeşit Hicrandan vuslata şeklinde cereyan eden hayat serüveninin, daha doğrusu yaratılış mantığının bir olmazsa olmazıdır. Her insan sever ve âşık olur. Bu, ister inansın, ister inanmasın. Ama en değerli ve geçerli aşk, Allah’a duyulan aşktır. Bunun için Mevlana; ölümü; “şeb-i arus” yani düğün gecesi olarak benimser. Sevgiliye kavuşma anı. Ve bu anlayışı Mesnevide dile getirir. Mesnevi’nin ilk on sekiz beyti; Allah’ın nezdinden ayrılışın ve dünya gibi sıkıntılı bir yere düşmenin çığlığını atar. Ve bunu ney metaforuyla anlatır. Bu açıdan Mesnevi, aşk çığlığının coştuğu, şiirlerle, hikayelerle yaratılış serüveninin anlatıldığı ve âlimlerin; “mesnevi, Kur’anın Farsça Tefsiridir” dedikleri bir hayat kitabıdır.
İLAHİ AŞK anlayışını Mevlana, mesnevi’nin ilk on sekiz beyti içinde ele alır. Bunda; âşıkın, maşuka hasreti vardır, bezm-i elest şuuru içinde hareket edememe vardır. Hz. Musa’nın; “bana kendini göster sana bakayım” deyince Allah’ın; “beni göremeyeceksin” cevabı yer alır.
İlahi aşk’ın sembolü, mesnevide ney ile ortaya konur. Ney aynı zamanda kâmil insandır. Bu sebepten, kitapta; mesnevi’nin ilk on sekiz beyti ele alınacak, insan-ı kâmil ve özellikleri işlenecek, elest bezmine atıfta bulunulup, Hz. Âdem’in yaratılış serüvenine ait bilgiler verilecektir.
Ney, çeşitli yorum ve anlayışlara göre; kimi zaman Hz. Âdem, kimi zaman Hz. Muhammed (SAV), kimi zaman ve en mükemmel biçimde; insan-ı kâmil olarak değerlendirilmektedir.
Mesnevî-i Şerif, bişnev kelimesi ile başlar, yani dinle. O yanık sesli "Ney’i" dinle, "Bişnev în ney çün şikayet mîküned, ayrılıklardan hikayet mîküned" veya orijinal metniyle "ez cüdâyihâ hikâyet mîküned." Dinle, neyin nasıl şikayet ettiğini, ayrılıkları nasıl dile getirdiğini dinle.
Önsöz veya takdim yazısında, bizzat Hz. Mevlânâ tarafından "bu Mesnevi kitabı Allah’ın sırlarının ve ona ulaşma yollarının öğretilmesi hakkında, sırların açıklayıcısının açıklayıcısı ve dinin aslının aslından bahseder, Allah’ın fıkh-ı ekberi, şer’-i ezharı, yani büyük bir anlayış ve parlak delilidir." diye tarif edilir. Mesnevî-i Şerif yukarda arz ettiğim gibi, "bişnev" ile başlar; dinle kelimesi ile... Bişnev, "b" harfi ile başlar dolayısıyla Mesnevî’nin başlangıcı "b" harfi iledir.
B harfi, eski yazımızda bildiğiniz gibi, altında noktası olan yatay bir yay şeklindedir.
Denir ki, kâinat Kur’ân’da, Kur’ân Fâtiha’da, Fatiha besmelede, besmele b’de, b ise noktadadır. İşte onun içindir ki, bizzat Hz. Peygamber tarafından, ilim şehrinin kapısı olarak vasıflandırılan Hz. Ali (RA), "İlim bir nokta idi, onu cahiller çoğalttı" buyuruyor. Hep o noktayı anlatmak için, asırlardır ilmi çalışmalar yapılmış ve bütün kitaplarda o noktayı anlatmak için yazılmıştır. O nokta ki ismini söylemek çok kolay "tevhit noktası" dır. Ama o noktaya gelebilmek için, evvela Mesnevi-i Şerifin emri veya tavsiyesinde olduğu gibi dinlemeyi bilmek lazımdır. Çünkü "olma"nın yolu, "bilme" den geçer "bilme" ise dinleme ile başlar. Dinleme yerine okumak olsa idi: o ellerinden öpülesi, başımıza taç edilesi öğretmenlerimizin asli fonksiyonları kalmazdı. Herkes kitap okur, öğretmenlerinden bir şey öğrenmesine hacet kalmaz, okuduğu kitaplardan yeterince ilim öğrenirdi. Ama okuma ile değil, dinleme ile öğrenilir.
Mesnevî’de 512’nci ve 513’ncü beyitlerde Hz. Mevlânâ şöyle buyruyor:

"Canu dil râ takati ân cûş nîst
Bakî gûyem der cihan, yek hûş nîst."

Can ve gönülde, yani kalpte hakikat coşkunluklarını kaldıracak takat ve bu kulakta da işitecek istidat yoksa ben kime ne söyleyeyim?

"Herkucâ gûşî bûd ez vey çeşum çeşt
Herkucâ seng ki bûd ez vey yeşim dest."

Nerede bir kulak varsa, ondan yol gösterici yol hasıl olur.
Nerede bir taş varsa, söz dinlerse eğer, taş olmaktan çıkar, yeşim derecesine yükselir.

Göz yol göstericidir, ama kulak yol buldurucudur. Her gördüğümüz doğru değildir. Çok basit, bir su dolu kaba, bir cetvel batırdığımızda, suyun zemininde, sathında, cetveli kırılmış gibi görürüz. Halbuki cetvel kırık değildir, biz öyle görürüz. İşte göz böylesine yanılabiliyor. Kulak, eğer doğru ağızdan çıkan sözleri işitirse, işte göz gibi yanılmaktan da ârîdir ve o doğruyu görmez ancak doğruyu bulur. Tabi bu durum, söz bir kulağından girip, diğer kulağından çıkanlar ve kalpleri ve kulakları mühürlü olanlar için değildir.
Tasavvufta ilerlemenin çok önemli iki unsuru var. Hizmet ve Sohbet. Sohbet o kadar önemli ki, Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunanları, bizler asırlardan beri Ashâb-ı Kiram diyerek hürmet ediyor, isimlerini her anışımızda onlara dualar ediyor, onların yardımlarını, himmetlerini diliyoruz. Bunun sebebi nedir? En yüksek sohbet sahibi olan Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunup, onu dinlemenin şerefine ermenin yüceliğidir. İşte onlar böyle dinlediler ve dini, elden ele bize naklettiler, eğer biz de dinlersek öğreneceğiz.

17 Mayıs 2016 Salı

AŞK SEVDİĞİM ŞEHİR GİBİ.!

Umarım uzun bir yoldur bu...

Ve umarım bugüne dek karşımıza çıkanlardan ibaret değildir yaşam ve yaşamı yaşam kıldığına inandığımız aşk...

Bana aşkı anlat derler...

Kendimizce bir şeyler toparlarız her defasında.

Ama çoğu el yordamı, göz karandır. Ölçüsü yoktur aşkın ya da aşkla dolu dolu yaşamanın. Herkesin kendine göre bir tarifi var sonuçta. Kimisi bol acılısını sevmekte kimisiyse kremalı bir tatlı olarak almayı tercih etmekte...

Yaş değiştikçe tercihler de değişiyor ve evet, gerçekten her tercih bir vazgeçiş oluyor...

Ben galiba bu işi pek kıvıramadım...

Hoş, kıvırdım, büklüm büklüm ettim diyene de pek rastlamadım ama...

Galiba "aşk için söylenen her söze kandım" evet...

Her şarkıda değilse de bazılarında el kaldırdım...

Kimi şairlerin ve yazarların kimi satırlarından sonraysa yazmamak gerek diye düşündüm...

Sizce de her aşkın ortak tek bir noktası yok mu?

Her aşk tek kişilik değil mi aslında...

Bir aşkta iki kişiye yer yok...

Radyoda şarkı tutar mısınız kendinize?

Ben şarkıları tutar ve hep tuttuğum kişiye kendi dilimden bir ileti sayardım...

Yanlış olduğunu söylediler geçenlerde. Tersi olmalıymış meğer, şarkılardan bir mesaj çıkanlmalıymış...

İki kişinin birbirine baka baka sağır dilsiz kalmasına bir çare yok galiba...

Şarkılardan fal tutuyor insan sonunda...

Bana her defasında içinde İstanbul geçen bir şarkı çıkıyor...

O zaman düşünüyorum da... Aşk her şehirde farklı duruyor. Bazı şehirlere aşk pek uygun düşüyor...

Bu sabah saçlarımı boyadım...

Boya kutularının üzerinde renklerin ismini okurken biri ilgimi çekmişti, viyole, bakır kızılı, patlıcan gibi isimlerin arasında koyu bir kızılı tanımlamak için İstanbul demişlerdi...

Aldım ben de...
İstanbul yaklaşık dokuz yıldır eşlik ediyor her inişime çıkışıma...

Herkes gidiyor, şehir kalıyor...

Şehirden sevgililer geçiyor..

Şehirden sevip kaçanlar, şehirden sevmekten korkanlar geçiyor...

Şehir aşk eşkıyaları tanıyor; tüccarlar, üçkağıtçılar, aldananlar, aldatanlar, cesurlar ve suskunlar görüyor...
Sonunda,

Beyaz bir gecede hayal kırıklıklarıyla dolu eteğini toplamış çıplak ayak dans eden bir kadına dönüşüyor aşk...

Ve kaç yaşına gelirse gelsin, kimin bedenine uğradıysa, derin kesikler bırakıp arka kapıdan sessizce çıkıp gidiyor

16 Mayıs 2016 Pazartesi

AŞKI ANLATMAYA ÇALIŞMAK

Zor bir konu seçmiş bulunuyorum kendime; hatta anlatılması en güç konu diyebiliriz. Aşk; âşık olmak öncelikle bir ruhani durumdur, yani bir taş başka taşa âşık olamaz ki, ondan ’taş kalpli’ deyimi kullanır insanlar, duygusuz gördükleri insana karşı. Birçok hakaretin doğma sebebi de; bir insanın başka bir insana kendi çıkarları için duygusuzca davranmasından kaynaklanır, her ne kadar o hakaretlerin hiç doğmaması gerekse de. Çünkü bir hakaret birçok kişiyi zedeler ve o artık hakaret olmaktan çıkmıştır. Artık o bir düşmandır, yenilmesi gerekilen bir düşman. "Kendi çıkarları için" evet bu kelimeler özellikle ’çıkar’ kelimesi tehlikelidir. Her insanın duygusu, derdi, elbet bir sevdiği vardır. Ama bu çıkar meselesi insanı duygusuz, tamamen insanlıktan çıkmış bir varlık olarak gösterir. Yani bir aşk, çıkarlar üzerine kurulmamalıdır, kurulursa da en küçük bir sarsıntıya dayanmaz. Aşk için gereken malzemeler; güzel bir kadın veya yakışıklı bir erkek değildir. Şu zamanımızda her yaşanılan ilişkinin aşk olarak gösterilmesi ne acınası bir durumdur. Tamam, sevebilirsiniz, herkes sever, mesela bende hayvanları seviyorum ama bu benim hayvanla aşk yaşadığım anlamına gelmez. Sevdiğiniz insan için maceralara atılmış olmanızda onu aşk yapmaz, aşk; sevdiğiniz insanı her an düşünmekle de olmaz. Sevdiği için her ağlayan âşık olsaydı şu dünyada, aşk denmezdi bu olaya; inanın ki başka bir ismi olurdu.
Artık günümüzde insanların kendilerini veya ürünlerini pazarlamak için kullandığı aşk kavramı; düştüğü durumu görseydi eğer, dünyada bulunmazdı herhalde. Âşık dediğimiz kişi kendini zerre miktarda düşünmeyen kişidir. Bu anlatımı zamanımıza değin o kadar yıprattılar ki; adama kendini düşünme diyoruz, sevdiğine not bırakıp intihar ediyor. Kollarını, bileklerini kesiyor. Neymiş sevdiğinin ismini bedenine kazıyormuş. Aşk acı çekmek değildir ki sadece, acıdan zevk alıyorsanız bunu adı ’hastalıktır’. Aşk; kendisiyle getirdiği derde dayanmaktır, kendisiyle getirdiği derde sabretmektir. Dert görünce avare olmak değildir, içmek veya kendinden geçmekte değildir. Âşık olduğuna inanan insan neden onu unutmak için, acısını hafifletmek için çare arar ki, o zaman onun adı da aşk değildir. Birinin size yaptığı zulümdür ki, aşktan kaçmak demek, acısını yumuşatmaya çalışmak demek âşık olmayı istemediğiniz anlamına gelir. Buda size yapılan zulümdür. Madem acı vermesini istemiyor hem de acıyla yüzleşmeye çalışıyorsunuz; sevdiğinizin eline bir sopa verin ve öldüresiye dövmesini isteyin, döverken de kaçın. Aynı yola çıkmadı mı ve bunun ismi aşk mı?
Âşık olan insan sevgisiyle övünmez, mal veya mülk değildir. Cümle âleme yayacakmış sevdiğini, be adam cümle âlem senin birini sevdiğini öğrenince ne yapacak. Dünyaya duyursan ne olacak. Eğer ki sevdiğiniz kişi sizden sevginizi kanıtlamasını istiyorsa hiç çabaya gerek yok. Aşk kanıt işi değildir, bir insanı sevdiğinize ikna etmek ancak güvensizlikten kaynaklanır. Eğer insanlar âşık olmak için güven arıyorsa, kendiside güvenilmezdir. Çünkü güven sorunu değildir bu mesele; âşık olursun ve artık âşık olmuşsundur. Aşk güvene gerek duymaz. Eğer ki insan gerçekten âşık olmuşsa kanıta veya dünyaya duyurmasına gerek yok. Dünya sevmeyecek ya veya duyurduğu, haykırdığı insanlar. Birilerini sırf zıvanadan çıkarmak için aşkı oyuncak yapanlar var, buna halk ağzında ’kıskandırma’ deniyor. Kıskançlık zaten kötü bir şeyken, kıskançlığa sürüklemek nedir. Seviyorsan o kıskandırmaya çalıştığın insanı, gidip söyleyeceksin. ’Seni seviyorum’ kelimesi kime yetmiyor ki. Hayatını güzel yaşamak için mal, mülk sahibi olan insanlara yaklaşılıp aşkı yeniden çocuk oyuncağına çevirmek de pek doğru bir şey değildir. Mal mülk içinse eğer, rahatlık, huzur içinse bir insana yaklaşmak; bunun ismi de aşk değildir. Yani bir insan bir insanı neden kırsın, hiç olmadığı kadar sahte düşüncelerle neden aldatsın. İki parça tahta parçası için mi, parıldayan taşlar için mi, deste deste kâğıt parçaları için mi. Acaba hangisi için bir insanın duygularıyla oynanır. O insanın zaten gözü açtır; doyura bilene aşk olsun. Bazı insanlar ise sevilmeye açtır ki, sadece sevgi için yaşarlar, onları doğasında sevmek yoktur. Birinci kuralları ise âşık olmayacaksın âşık edeceksindir.
Âşık olmak kolaydır; aşkı yaşamak zordur. Bir erkek bir kadına âşık olabilir veya tam tersi, fakat ikisinin birden âşık olması demek; aynı duyguları hissetmek demektir. Birbirlerini o kadar çok düşünürler ki; bazen âşıkları öldüren düşünmek olur, sırf sevdiğini düşünmekten deliye döner, mecnun olur. Yalnız şurada değinilecek bir konu daha varsa oda erkeklerin mi yoksa kadınların mı daha iyi âşık olduğudur. Bir kere aşkın iyisi kötüsü yoktur, seviyelendirilemez. Bu sorunun cevabı da basittir; aşk cinsiyet işi değildir. Allah’a da âşık olunur. Fakat aşk sorgulanır mı? Hayır. Çünkü âşık olmak, âşık olmayı istemek değildir. Gökten zembille falanda inmeyecektir. Aşk açıklamakta güçlük çekilen bir kavramdır ki bende açıklayamadım, kimse tam olarak açıklayamaz. ’Âşık olmak’ açıklanır, kişiden kişiye değiştiği için. Bazen Mehmet için Ayşe, Kerem için Aslı, Leyla için Mecnundur aşk. Bir insan için sevdiğinin ismidir bazen aşk.
Anlayamadığım, anlatamadığım ve anlayamayacağım bir melettir aşk.
Benim çabam aşkı anlatmaya çalışmaktı.

15 Mayıs 2016 Pazar

PLATONİK AŞKLAR

Kitle iletişim araçları içerisinde en çok kullandığımız, internet ortamında sıkça karşılaştığımız ama sağlıklı olmayan bir durumdur karşılıksız aşk .Karşı tarafı görmeden ,tamemen tanımadan bütün değer yargılarını hiçe sayacak şekilde kontrolsüz bir sevgi çeşidi

Platonik aşk çocukluk yaşlarda başlar. Gözümüzde büyüttüğümüz hayalini kurduğumuz ,yerine kimseyi koyamayacağımız türden ve hiç kimseye anlatamayacağımız değim yerindeyse tek kişilik bir dünya yarattığımız türden bir sevgi .. olmadık zamanda karşımıza çıkan ve hiç bitmeyecekmiş gibi yanıp tutuştuğumuz bir duygu .Hele hele ilgi duyduğumuz kişinin bile duymasını istemediğimiz bir gizdir platonik aşk. İlkokula giden çocuk öğretmenine aşık olur , komşunun kızı kendinden yaşça büyük komşusuna aşık olur ,iş yerinde sürekli aynı ortamı paylaşan patron elemanına aşık olur .....vb ama bunu karşısındakine söylemekten çekinir bu durum kişiyi yiyip bitirir .Hemen hemen hepimizin başına gelmiştir bu durum .Yaradılış gereği göz güzeli sevmeye beğenmeye meyillidir ve insanın doğasında olan ,görünüşte normal bir durumdur .Fakat normal olmayanı tek şey ilgi duyduğu kişi ile kendi hayal dünyasında kurduğu aşkın bir müddet sonra kişide yaratmış olduğu ruhsal çöküntü. Bu çöküntü zamanla karşı tarafta duyduğu ilgiye karşılık alamayınca hakarete varan erdem dışı üzücü ve kırıcı durumlara yol açar .. kaybetme korkusu kişiyi saldırganlaştırır.

Bu gibi aşkları yaşayanlar kendilerine sınırlama getirmeli gerçekle hayali bir birinden ayırmalı meseleyi uzun zamana yaymamalı .. ve zorla güzellik olmaz mantığını kabul etmeli. Toplumumuzda bunun örnekleri fazlaca işi abartıp hayatına son veren mi dersiniz , karşısındakini zorla alıkoyan mı dersiniz .

Kişi kendisini öğlesine kaptırıyor ki olayların akışına, sanki yıllardır ilgi duyduğu kişi ile özel bir durum yaşamış gibi Deyim yerindeyse kendi kendine gelin ,güveyi olma gibi bir durum hasıl oluyor kişide .Oysa gerçekte böyle bir durum yok sadece kendi kafasında ürettiği senaryodur .. kendisi bu durumdan memnun olsa da ilgi duyduğu kişileri cinnet noktasına getirebiliyor .. sonuçta toplumsal sorunlar ahlaki değerlere saldırı ,ailevi yaşantılardaki çöküntü ve bölünmeler..Her zaman mantıklı hareket edip meseleleri abartmadan hayatımızda giriş ve çıkışlarımızı kontrol etmeliyiz.


SEVGİ GÜZELDİR KARŞILIĞI VARSA.

13 Mayıs 2016 Cuma

AŞKIN YASASI

Bazılarımız henüz yeni döndük eski yerlerimize taze yaralarımızla, bazılarımızın ise üzerinden onca zaman geçmiş olsa da yağmurdan sonra buharlaşmış camdan izleyerek gökyüzünü eskilerden izler saplanıyor odamızın sol köşesine.

Yıllar geçer, onlarca şey değişir, takvim yaprakları mutfak raflarında yapılacak yemekler için püf noktaları vermek üzere yırtıladursun, her şey doğanın dengesini sağlayacağı şekilde ilerlesin, bebekler büyüsün...

Bazılarımız yeni dönmüşüzdür sonu belirsiz bir yolculuktan onlarca bedeli göz önüne alarak, bazılarımız eski dönüşleri tazelerken, onca bedeli ödemiş olmanın acısıyla birlikte.

Göğsümüzdeki sızı geçmişi deşmenin sancısı olsa da yüzümüzden yayılan o buruk tebessüm yine o geçmişin hazin öyküsü sayesinde.

Bir yaşlının gözlerine bakın, içinde onlarca acı, aşk, ayrılık, bedel, dönüş, bekleyiş, umut vardır. Gülerken de ağlarken de her birini görmek mümkün yüzündeki belirgin çizgilerde. Elini tutun, eski bir ayrılığın titreyişi yayılır bedeninize, sizin tüyleriniz ürperir, beklemekten söz ettiğiniz anda, yıllardır yatağının başucunda duran ceviz ağacından yapılma eski bir sandığın içinden işlenmiş mendiller, yastık kılıfları ki her iki tarafına yazılmış isimler tutuşturur elinize. Eski zamanların naftalin kokusuyla buğulu bir hikâye örüntüsü belirir kafanızda, yazar, çizersiniz.
Ama asla bilemezsiniz o aşkın kaç yılı alıp götürdüğünü, hangi bedellerini ödettiğini.

Her aşk birbirinden farklı olsa da ortak bir acıyı pay ederiz birbirimizle. O yaşlı ile tek ortak noktamız aşk gibi görünse de bir zamanlar yaşadığımız bir birlikteliğin şimdi sol göğsümüzde ikamet eden sızıdır aslında. 

“Herkes öldürür sevdiğini” der Oscar Wilde. Bir gün diriltebilmek için yapar bunu belki de. Bugün daha yaşanır kılmak için sebepsiz ya da anlamsız bir sebep yüzünden silgiler çekilir isimler üzerine, bir kılıç gibi keskinleşir ayrılık sözcükleri, acımasızlaşır ve yatalak bir anıya dönüşür aşk.

Ya sandık içinde saklanır ömür boyu, ya defterdeki yapraklarla birlikte sararır. Ama asla solmaz, kurur ve sayfalar aralandıkça çıtırtısı duyulur açar bakarsın ki;

“Bir zamanlar verilmiş sözlerin resmi belgeleri kalmış arasında.”

Hüzünle dokunur, acıyla çekersin elini. Kurumuş gülün gövdesindeki dikenler hala aynı acıyı taşıyordur üzerinde ve kırgındır, tabiatından ayırdığın için onu. Ve kırgınsındır onu senden ayıran saçma ve anlamsız sebeplere…

Bazılarımız henüz içimizdeki koca sevdayı paylaşacak insanı bulamazken, bazılarımızın ise işi başından Aşk’ın. Dünün hesaplarıyla uğraşırken bugün keşfetmeyi umduğumuz aşkla aramıza mesafeler giriyor. Bugün anlamsız kavgalar yüzünden gülleri kurutuyor, kalp kırıyoruz, kırılıyoruz.

Elinde avucunda bir şey kalmadan devam ediyoruz herhangi bir durakta inmek ya da herhangi bir tesiste mola vermek ümidiyle…

Bazılarımız avunadursun ufak bir hediye avuçlarında gelecek umarak,
Bazılarımız ağlayadursun elleriyle yüzünü avuçlayıp.
Aşk güçlü ve cesareti olanların işi,
Zayıf ve güçsüzler için ayrılık şiirleri, eskimiş günlükler…
Gururu her şeyden önce gelenler için sararmış sayfalar, yitik anılar ve giden sevgililer.
Aşk, ona sahip olamayanları affetmez, yasası da hep aynıdır;

Madde 1:
’A’cı çekmemek için sevgi yetmez. Çaba ve emek gerek.
Madde 2:
’Ş’arkılar hep aynı şeyi söylemez, nasıl dinlersen öyle duyarsın.
Madde 3:
’K’ırarsan kırılırsın, kırma ki gönlüne taht kuranın gönlünde bir ömür kalabilesin. 


Aşk cesaret işidir, korkakları affetmez. Ve hiçbir şehir tam anlamıyla göstermez zenginliklerini. Sevgili de öyledir, onu anlamak ona dair her şeyi bilmekle değil, onu yıllarca aramakla mümkün. Onun için;
Aşk yolda olmaktır, dönüşler yorgunluk ve bezginlikten ibarettir, devam etmekse sabrın kuvvetinden.
Kimimiz yılgınlığımızın acısını,
Kimimizse korkaklığın bedelini ödüyoruz.
Birbirimizi severken, yaşamak varken,
Acıyı hayatta hükümdar yapmak neden?
Hayatı anılardan ibaret kılmak niçin?

Yakası açılmadık yeni şiirler yazmak sevgiliye, masum hayaller kurmak ellerinden tutup, şarkılar söylemek; üstelik kendi şarkımızı…
Kendi kalemimizle yazmak hikâyemizi.

Bugün meydan okumak her ayrılığa, bugün yalnızca aşk’ la, sevgiyle yürümek sonunu bulmaya çalışmadan, her durakta inip her türden havayı solumak birlikte. Her molada bakışmak, her uykuda dokunmak aşkın ibadet güzelliğiyle…

Bugün seni yaşamak var; Aşk
Üstelik kendi şarkımızda… 


"Aşklarını kendi şarkılarında yaşamak isteyenler için..." 

12 Mayıs 2016 Perşembe

AŞK MISIN SEN..?

Senin gibi sevilen, benim gibi dilsizleşen kaç kişi kaldı. Kaç can açtı avuçlarında kaç kuş kondu başına daha ne kadar sağır kalırsın bana. Ben sağır kalırsam gelemezsin, gelişin tıkanır dudaklarımda, o dudaklarda boşalır acının çığlığı o dudaklardan akar bal damlası. Nerdesin şimdi hangi hali yaşarsın, hangi demden içtin aşkı. Ben demsiz kaldım, koskoca bir boşluk karşıladı. Yıllarca yok saydığım kalbime neden geldin. Şimdi daha da yalnız, ellerimin boşluğunda boğuluyor özlemin. Söz verdiğim gözlerime damlası akacakken buz tuttu, sıcak gülüşlerden aldın beni. Ne geliş ne gidiş belli, nasıl bir alışkanlık bıraktın böyle, nasıl bu deliyi kendi yoluna akıttın anlamadım. Anlasaydım kurşun askerlerim sandığından çıkar meydana çağırırdım. Aşk mısın sen, sevda mısın, arzunun sesi, tutkunun rengi misin? Bilemedim!

Sen kuzum de derken, ben sana canım dedim tuhaf değil mi bu, hani canın içinde nerdeydim. Kırıklıklar doldurmaya ne gerek vardı. Bir buselik makammış demek, bir kucaklayışta solan bir çiçekmiş yaşantımız. Mutlu olmak nasıldır, nasıldır sevilmek, nasıldır özlemle gel diye seslenmek! Başka sevgiler teselli vermez bak bunu iyi bilirim, kül bir yürektim yeniden doğuşumdun şimdi külliyen yittim sevgili diyemediğim. Avuçlarının sıcaklığını hissetmeden buz dağına çarptım. Hani bana çarp demiştin ya, ben seni sararım. Kollarımız birbirini tanımadan yarım kaldım. Işığım gözlerimden yitti. Sen kendini bana neden alıştırdın.

Vuslatını sehere taşıyamadığım düşler kaldı içimde, kırık dökük bir köşede uyku halinde. Bir an yorulup kalsam diyorum, belki bir esrik bir gülümseyiş gelir can verir rengime. Aşk denen sevgi seline girmeye korkan hangimizdi sence, hangimiz sandal olup açamadı. Hangi kırıntı yeniye teslimiyetten uzak bıraktı. Göz nuru bir gülüşün içimde, sarılışın kollarımda esir kaldı. Düşürmemek için sandığa kilitledim ikisini, güve yemezse tabi. Bir gün arkadaşça bir merhaba dersin diye!

Demek gittin, sessiz sedasız, habersiz bıraktık bu burukluğu içime, yanılıyorsam söyle. Gitmedim diye bağır gözlerimin içine gripte. Gel sevgi dillenişim gel! Bu cana can ver yeniden!

11 Mayıs 2016 Çarşamba

AŞK EVLİLİĞİ ÖLDÜRÜR MÜ?

Çok tartışılan bir konudur bu. 

Çiftler birbirlerini görüyor, tanışıyor, aşık oluyorlar ve evleniyorlar. Evlilikleri çoğunlukla kısa sürüyor. Bezen biraz uzun sürebiliyor ve ayrılıyorlar. İşte aşk bitti. “Aşkımızı evlilik bitirdi diyebilmek” için de bir neden oluştu. 

Bir de efsaneleşmiş aşk öyküleri olan Ferhat ile Şirin, Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı adlı öykülerin sonunun evlilikle bitmeyişini bu tezi savunmak için bir neden olarak gösterirler... 

Evliliği yürütmenin zorlukları vardır. 

Evlenince geçim sıkıntısı olur. Bu sıkıntılara birlikte göğüs geren çiftlerin aşkı yücelir. Birbirlerine daha fazla bağlanırlar. Bekarlığın rahatlığına alışmış olan, sorumluluk almak lüksüne giremeyen ise kolay yolu seçer ve boşanır. Böylece aşk ölür. Ölüm nedeni evliliktir. 

Evlenince eş hamile kalır. İkinci bir can taşıyordur artık. Şefkate, ilgiye ihtiyacı vardır. Ona hep destek olur eşi. Aşkları azalmaz, artar. Böyle bir sıkıntıya gelemeyen erkek alır başını gider. Aşk her iki çift için de ölür. Neden yine evliliktir... 

Evlenince çocuklar olur. Dokuz ay karnında taşıdıktan sonra da sorunlar azalmak yerine artar. Onlarla uykusuz kalınır, onların hastalıklarıydı, giyimiydi, kuşamıydı, okuluydu. Zordur çocukların bakımı. 

Ama bu zorluklardan mutlu olmayı bilen çiftler geleceğe bir insan katmanın mutluluğunu duyarlar. Çocuklarına bitip tükenmez şefkatlerini verirler. Şefkat verdikçe azalmaz, artar ve taşar. Çocuklar büyüyüp geliştikçe, anneler gününde, babalar gününde onlara hediyeler getirdikçe, bayramlarda ellerini öptükçe, karnelerine ilişmiş teşekkür, taktir belgelerini getirdikçe ve de yemin törenlerinde bulundukça anne ve babaların gururları ve aşkı da arttıkça artar. Gözleri yaşararak sımsıkı sarılırlar evlatlarına da birbirlerine de... 

Ama ta baştan, biraz zorlukla karşılaşınca evliliği bitirenler bu mutlulukları göremezler ve bu nedenle aşkları da ölür gider. Sebep yine evliliktir. 

Kişiler yaşlanır, bakıma muhtaç olurlar. Şefkatli anne ve babalar kendi sorunları içindeki evlatlarından kendi bakımlarını istemekten çekinirler. Yine birbirlerini seven, sayan hatta birbirlerine sırılsıklam aşık olan, aşkları artık taşma aşamasına gelmiş olan çiftler de bu zor günlerde en büyük desteği verirler birbirlerine... 

Bu mutluluğu herkes yaşayamaz... 

Bu mutluluğu zorluklarla savaşmaktan hoşlanmayanlar yaşayamaz. 

Bu mutluluğu uyumsuz evlilik yapanlar yaşayamaz. 

Evlilik öncesindeki arkadaşlıklar, sırılsıklam aşık olmalar, birbirlerini görmeden edememeler yazık ki bir evlilik için yeterli görülür. Oysa evlilik için uyumlu bir çift olmak o kadar kolay değildir. Yukarıda sayılanlara birlikte göğüs gerebileceklerinin bilincinde olmaları gerekir. Aksi durumda evlilikler hayal kırıklığı ile son bulur. 

Sorun evliliğin aşkı öldürmesi değil, uyumsuz evliliklerdir... 

Efsaneleşmiş aşk öykülerine gelince; Bu öyküler gelmiş geçmiş dünyada on elin parmakları sayısını ya geçer ya geçmez. Peki, dünyada mutlu aşk evlilikleri kaç tane vardır, Bilen var mı? Hiç sanmıyorum. Tahmin bile edebilecek kimse olduğunu sanmıyorum. 

Sayılamaz çünkü bu normal olandır ve efsanelere konu olmaz. 

Normal olan olaylar heyecan vermez ve dillere destan olmaz. Zaten bu nedenle değil mi ki tüm romanlarda, öykülerde, filmlerde, dizilerde iyilerin, iyiliklerin yanında hep kötülükler de bulunur. Kötülükler yok olunca veya kötüler iyi insan olma yolunu seçince olay biter. 

O nedenle mutlu evliliklerin, aşk evliliklerinin örneklerinin göze batmaması kimseyi şaşırtmamalıdır. 

Evlilikte aşkı sürdürebilmek için bu aşkı sürdürebilecek eşi seçmelidir. Yoksa savaş baştan kaybedilmiş olur. 

Evlilik aşkı öldürmez; uyumsuzluğu, gerçek olmayan aşkı gün yüzüne çıkartır.